Haberler

Belediye Başkanları İçin 2024-2029 Sağlıklı ve Dirençli Şehir Ajandası

We present our new article to the attention of our readers
“2024-2029 Healthy and Resilient City Agenda for Mayors”
Writers:
#profedidemevcikiraz Prof.E.Didem Evci Kiraz
Dr. Kenan Şahin Dr.Salih Kenan Şahin

Published in:
Journal of Health Thought and Medical Culture (SD)
https://sdplatform.com/belediye-baskanlari-icin-2024-2029-saglikli-ve-direncli-sehir-ajandasi/
by
#MedipolUniversity

Belediye Başkanları İçin 2024-2029 Sağlıklı ve Dirençli Şehir Ajandası Read More »

REMEDY Toplantımız

Hacettepe Üniversitesi ile Belediyeler Birliği’nin iş birliği altında yürütülen ve İklim Değişikliğine Uyum Hibe Programı kapsamında finanse edilen kısa adı REMEDY olan “Yerel ve Bölgesel Alanlarda Doğal Tehlikelere ve İklim Değişikliğine Karşı Toplumsal Dirençliliğin Oluşturulması; Dirençlilik Çalışma Akademisi” başlıklı başlangıç toplantısına Yönetim Kurulu Başkanımız Sayın S. Bahar Alban, projede İklim ve Sağlık Uzmanı olarak yer alan Üyemiz Prof. Dr. Didem Evci Kiraz ve Üyemiz Dr. Tarık Özdemir katıldı.

Bu önemli projenin amacına ulaşması için derneğimiz de daima desteğini esirgemeyecektir. Tüm paydaşlara ve proje ekibine başarılar dileriz.

REMEDY Toplantımız Read More »

İklim Bilimi Nobel ile Ödüllendirildi

Nobel tarihinde ilk defa iklim bilimi çalışmaları ödüllendirildi

6 Ekim 2021
2021 yılı Nobel Fizik Ödülleri açıklandı.

Ödüller bu yıl üç bilim insanına verilirken, iklim modellerinin geliştirilmesine önemli katkı sağlamış olan iki bilim insanı ödülün yarısını paylaştı.
Verilen ödüller ile Nobel Ödülleri tarihinde ilk defa doğrudan iklim bilimi üzerine çalışan bilim insanları ödüllendirilmiş oldu.
Nobel Komitesi tarafından yapılan açıklamaya göre Japon asıllı Amerikalı bilim insanı Syukuro Manabe ve Alman Klaus Hasselmann iklim modelleri üzerine yaptıkları çalışmalar ile ödülü almaya hak kazandılar.

Açıklamada Syukuro Manabe’nin 1960’larda gerçekleştirdiği çalışmaları ile atmosferdeki artan karbondioksit seviyelerinin dünya yüzeyindeki sıcaklıkların artışına etkisini kanıtladığına vurgu yapılırken, fiziksel iklim modellerinin geliştirilmesine öncülük eden ve mevcut iklim modellerinin geliştirilmesinin temelini atan Manabe’nin radyasyon dengesi ile hava kütlelerinin dikey taşınması arasındaki etkileşimi keşfeden ilk kişi olduğu ifade edildi.

Klaus Hasselmann da geliştirdiği model ile hava durumu ile iklimi birbirine bağlayarak hava durumununun değişkenliğine karşın, iklim modellerinin güvenilir olabileceğini göstermesi sayesinde ödülü almaya hak kazandı.

Nobel Komitesi’nin açıklamasında Hasselmann’ın modellerinin iklim değişikliği üzerindeki insan etkisinin parmak izlerini tanımlamak ve atmosferdeki artan sıcaklığın karbondioksit emisyonlarından kaynaklandığını kanıtlamak için kullanıldığına da vurgu yapıldı.

Ödülün yarısını kazanan İtalyan Giorgio Parisi de düzensiz karmaşık malzemelerdeki gizli kalıpları keşfederek, karmaşık sistemler teorisine yaptığı ve fizik, matematik, biyoloji, sinir bilim ve makine öğrenimi gibi çok farklı alanlarda da birçok farklı ve görünüşte tamamen rastgele materyal ve fenomeni anlamayı ve tanımlamayı mümkün kılan katkıları sayesinde kazandı.

Açıklamada değerlendirmesi yer alan Nobel Fizik Komitesi Başkanı Thors Hans Hansson bu yıl ödül kazanan çalışmaların iklim hakkındaki bilgimizin sağlam bir temele dayandığını gösterdiğinin altını çizdi.

Kaynak: Yeşil Ekonomi

İklim Bilimi Nobel ile Ödüllendirildi Read More »

Türkiye Paris Anlaşması’nı Onayladı

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki konuşmasında ilan ettiği üzere Türkiye 2016’da imzaladığı Paris Anlaşması’nı TBMM’de de onayladı. “Paris Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi” TBMM’den geçerek yasalaştı ve kanun 7 Ekim 2021 tarihinde resmi gazetede yayımlandı. Yürürlüğe giren anlaşma Türkiye’ye iklim değişikliği ile mücadele konusunda birçok sorumluluk yüklüyor.

Paris Anlaşması’na Giden Yol: Kyoto Protokolü

1970’li yıllarda iklim değişikliği ile ilgili önemli bir kırılma noktasının yaşandığı yıllar oldu. Bu on yılda iklim değişikliği bilimsel bir meseleden yavaş yavaş siyasi bir endişe kaynağına dönüşmeye başladı. 1972 yılında Stockholm’da toplanan Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı (United Nations Conference on the Environment) çevre alanındaki ilk uluslararası konferans olması açısından önemli bir dönüm noktası oldu. Bu konferansta iklim değişikliği bir gündem maddesi olmasa da devletlerin çevre sorunlarını küresel ölçekte çözmek için işbirliği içinde çalışması gerektiği vurgulandı. 1979 yılında ilk kez toplanan Dünya İklim Konferansı’nda (World Climate Conference) iklim değişikliğinin küresel sorun olarak tanındı. Küresel ölçekte iklim değişikliği ile mücadele etmek amacıyla 1988 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı tarafından Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) kuruldu. IPCC’nin temel hedefi insan faaliyetlerinin neden olduğu iklim değişikliğinin risklerini değerlendirmek olarak belirlendi. Yine 1988’de Toronto’da toplanan “Toronto Conference on the Changing Atmosphere” (Değişen Atmosfer Konferansı) sera gazı azaltım hedefleri ilk kez gündeme girdi. IPCC de ilk raporunu 1990’da yayımladı.

1992 yılında Rio de Janeiro’da Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda 154 ülke Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (United Nations Framework Convention on Climate Changeimza attı. Sözleşmenin temel amacı iklim sistemine tehlikeli sonuçlar yaratacak insan müdahalesinin önlenmesi olarak belirlendi ve ülkelerin gelişmiş seviyeleri dikkate alınarak ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar kavramı oluşturuldu. 1994 yılında yürürlüğe giren sözleşme iklim değişikliğine yönelik ilk sözleşme olma özelliğini taşıyor. Sözleşme uyarınca ilk Taraflar Konferansı (COP-1) 1995 yılında Berlin’de yapıldı. 1997 yılında üçüncü Taraflar Konferansı’nda (COP-3) ilk sera gazı azaltma hedeflerini içeren Kyoto Protokolü kabul edildi.

1997 yılında kabul edilen Kyoto Protokolü onay süreçleri nedeniyle 2005 yılında yürürlüğe girdi. Kyoto Protokolü’nün amacı sanayileşmiş ülkeler ile piyasa ekonomisine geçiş sürecinde olan ülkelerin atmosfere saldıkları sera gazı emisyonlarını azaltmak veya sınırlandırmak olarak belirlendi. Kyoto Protokolü’nün ilk hedefi 2008 ila 2012 yılları arasında sera gazı emisyonlarının 1990 seviyesine kıyasla yüzde beş düşürmek olarak belirtildi. Protokolün ikinci taahhüt dönemi Doha Değişikliği olarak açıklandı. 2020 yılında emisyonların %18 azaltılması hedeflendi. Ancak Doha Değişikliği’nin yürürlüğe girmesi için 144 ülkede tarafından kabul edilmesi gerekiyordu. 135 ülke tarafından kabul edildi ve yürürlüğe giremedi.

Paris Anlaşması

Kyoto Protokolü’nün 2020 yılında sona ermesi nedeniyle 12 Aralık 2015 tarihinde Fransa’nın Paris kentinde 21. Taraflar Konferansı’nda (COP21) “Paris Anlaşması” kabul edildi. Paris Anlaşması, iklim değişikliği konusunda uluslararası bir anlaşmadır. Anlaşmanın temel amacı, küresel ısınmayı sanayi öncesi seviyelere indirerek 1,5 santigrat derece ile sınırlandırmak. Anlaşma, uzun vadeli hedeflere ulaşmak için en kısa sürede sera gazı emisyonlarında sınırlandırmayı hedefliyor. Paris Anlaşması iklim krizinde önemli bir dönüm noktası olarak görülüyor. İlk kez uygulanan bu anlaşma ile ülkeler iklim krizi ile mücadele etme ve etkilerine uyum sağlama görevini üstleniyor. Paris Anlaşması’nın uygulanması ekonomik ve sosyal dönüşüm gerektiriyor. İhtiyacı olan ülkelere mali, teknik ve kapasite geliştirme desteği sunuyor. “Gelişmiş ülke statüsünde yer alan” ülkelere de, daha az donanıma sahip ve daha savunmasız ülkelere finansal yardım sağlama sorumluluğu yüklüyor.

Türkiye, 175 ülke ile birlikte Paris Anlaşması’nı imzalamıştı. 30 Eylül 2015 tarihinde “Niyet Edilen Ulusal Katkı Beyanını” Sözleşme sekreteryasına sundu. Türkiye’nin ulusal katkı beyanına göre, sera gazı emisyonlarının 2030 yılında referans senaryoya göre %18 ila %21 kadar azaltılmasını öngördü. Fakat 4 Kasım 2016 tarihinde yürürlüğe giren anlaşmaya Angola, İran, Libya, Kırgızistan, Irak, Erite, Yemen, Güney Sudan ve Türkiye’nin içinde bulunduğu 9 ülke taraf olmadı.

Türkiye’nin anlaşma üzerine çekincesi, farklılaştırılmış sorumluluklar kavramı çerçevesinde yapılan ülke kategorilendirmesinde Türkiye’nin pozisyonundaki belirsizliğe dayanıyordu. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi çerçevesinde alınacak kararların uygulanmasında ülkelerin farklı sorumluluklar alması için pazar ekonomisine geçiş sürecindeki orta ve doğu Avrupa ülkelerinin bulunduğu EK-1 ve OECD ülkelerinin bulunduğu EK-2 kategorileri oluşturulmuştu. Türkiye bu kategoriler oluşturulurken iki kategoride de yer almıştı. İklim politikalarında emisyonda tarihsel sorumlulukları yüksek gelişmiş ülkelerle aynı konumda değerlendirilmek istemeyen Türkiye bu nedenle Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne taraf olmamıştı. 2001 yılında EK-2 kategorisinden çıkarılan Türkiye 2004’te sözleşmeye taraf oldu. Fakat kategoriler oluşturulurken EK-1 ülkeleri arasında kişi başına düşen emisyon oranının en düşük olan ülke olması ve tarihsel sorumluluk gibi nedenlerle Türkiye EK-1 ülkeleri kategorisinden de çıkmak istemektedir. Türkiye’nin bu konumu müzakerelerdeki pozisyonunu da belirlemektedir. Türkiye Cumhuriyeti Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından Türkiye’nın Paris Anlaşması kapsamında iki konunun üstünde durduğu ve çözüm talebinde bulunduğu açıklaması yapıldı. Bu iki konudan ilki, Türkiye’nin finans ve teknoloji desteklerine erişebilmek açısından kendisi ile benzer konumdaki ülkelerle aynı şekilde muamele görmesi. İkinci olarak ise Türkiye’nin ekonomik büyüme, nüfus artışı gibi ölçütler dikkate alındığında mutlak emisyon azaltımı yapması imkansız olduğu ve bu hususun dikkate alınarak beklentilerin belirlenmesini olarak sıralandı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 22 Eylül 2021 tarihinde yaptığı açıklamada “Paris İklim Anlaşması’nı yapıcı adımlara uygun şekilde ve ulusal katkı beyanımız çerçevesinde ekim ayında meclis onayına sunmayı hedeflediklerini” açıkladı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan sözlerine, Paris Anlaşmasının gelişmekte olan bir ülke olarak ve ulusal katkı beyanları çerçevesinde, anlaşmanın ve mekanizmalarının ekonomik ve sosyal kalkınmayı negatif etkilememesi koşuluyla uygulanacağını ekledi.

6 Ekim 2021 itibarıyla Paris Anlaşması Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde onaylandı. Meclis onayının ardından, BMİDÇS’nin de Türkiye’nin “gelişmekte olan ülke” statüsüne geçme talebini onaylaması gerekiyor. Bu durumun sebebi yardım alacak ya da yapacak ülke ayrımının “gelişmekte olan ülke” ve “gelişmiş ülke” statüsüne göre belirleniyor olması. Talebin kabul edilmesi halinde, Türkiye küresel sıcaklık artışının 1,5 derece ile sınırlandırmak ve 2050 yılına kadar sera gazı emisyonlarını sıfırlamak için taahhütlerini hayata geçirecek.

Kaynak: Ceren Satıl/ Doğruluk Payı

Türkiye Paris Anlaşması’nı Onayladı Read More »

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Kuruldu!

11 Ekim 2021 kabine kararları kapsamında Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ismi değiştirildi, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı kuruldu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yapılan açıklama ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı isminin Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı olarak değiştirildiği ilan edildi.

Konu hakkında değerlendirmede bulunan Bakan Murat Kurum “Sayın Cumhurbaşkanımızın kararıyla bakanlığımızın ismi Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı oldu. Değişiklikle birlikte kurulan İklim Değişikliği ve Uyum Koordinasyon Kurulu ile İklim Değişikliği Başkanlığımız ülkemiz, milletimiz, gelecek nesillerimiz için hayırlı olsun.

Ortak evimiz dünyamız için alınan devrim niteliğindeki bu yeni karar; eğitimden kültüre ekonomiden tarım, sanayi ve şehirciliğe kadar tüm alanlarda derin değişimlere sebep olan iklim değişikliğiyle mücadelemizin gücüne güç katacak. Çevreye saygılı iklim dostu şehircilik sloganıyla iklim değişikliğiyle uyum politikalarımızı daha da etkinleştirerek geliştirecek, bu alanda AR-GE ve inovasyon faaliyetlerimizi arttıracak, geleceğin küresel fırsatlarını değerlendireceğiz” dedi.

Yapılan değişimler sonrasında vatandaş hayatımızda neler değişecek sorusuna yanıt ararken Bakan Murat Kurum ise eğitimden kültüre ekonomiden tarım, sanayi ve şehirciliğe kadar tüm alanlarda derin değişimlere sebep olan iklim değişikliğiyle mücadele konusunda ellerinin güçlendiğini söyledi.

Paris İklim Değişikliği sözleşmesi olarak anılan Paris Sözleşmesi sera gazı emisyonlarının tavan yaptığına ve yüzyılın ikinci yarsında iklim sorununun çözülmesi gerektiğini dikkat çekerek, mümkün olan en kısa sürede uygulanması gereken küresel bir eylem planı ortaya koyuyordu. Türkiye bu planı yeni imzalarken gözler atılan imza sonrasındaki atılacak adımlara çevrilmişti.

İklim değişikliğiyle uyum politikaları üreteceklerini belirten Yapılan değişimler sonrasında vatandaş hayatımızda neler değişecek sorusuna yanıt ararken Bakan Murat Kurum ise eğitimden kültüre ekonomiden tarım, sanayi ve şehirciliğe kadar tüm alanlarda derin değişimlere sebep olan iklim değişikliğiyle mücadele konusunda ellerinin güçlendiğini söyledi.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Kuruldu! Read More »

Küresel Isınmanın Korkunç Yanı ve COVID-19

“Değişen referans noktaları sendromu” hızlı bir şekilde iklim kaosuna alışabileceğimiz anlamına geliyor. İnsanlar küresel ısınmanın etkileri kötüleştiğinde harekete geçecek diye bir inanç var. Fakat değişen referans noktaları ve yüksek adaptasyon kabiliyetimiz yüzünden her yeni felaket, yeni normalimiz oluyor.

Haber: David Roberts

Çeviri: S. Sena Akkoç

Küresel ısınmayı takip ettiğim süre boyunca iklim savunucuları belirli bir inancı paylaştı: İnsanlar küresel ısınmanın etkileri gerçekten kötüleştiğinde harekete geçecek.

Bu etki belki yıkıcı bir kasırga, sıcak hava dalgası veya sel olacak. Belki de aynı anda birden fazla felaket olacak. Ancak bir noktada sorunun şiddeti belirginleşecek, şüpheleri ya da tereddütleri ortadan kaldıracak ve bir eylem dalgası yaratacak.

Bu açıdan bakıldığında hesaplaşma anının geç gelmesi korkutucu bir olasılık. İklim değişikliği etkilerinde bir gecikme süresi var ve şu an hissedilen etkiler onlarca yıl önce yayılmış olan gazlara kadar uzanıyor. İşler yeterince kötüleştiğinde, daha birçok yıkıcı ve geri dönüşü olmayan değişiklik geçmiş emisyonlar tarafından pişiriliyor olacak. Zamanında uyanmayabiliriz.

Bu gerçekten korkutucu bir olasılık. Ancak daha da korkutucu bir ihtimal daha var ve birçok yönden daha olası: Hiçbir zaman gerçekten uyanmıyoruz.

Hesaplaşma anı gelmiyor. Atmosfer gittikçe daha istikrarsız hale geliyor ama bu hiçbir zaman belirli bir neslin dikkatini çekecek kadar hızlı ve dramatik şekilde gerçekleşmiyor. Böylece atmosferdeki değişimler arka planda kalmış bir gürültü olmaya devam ediyor.

Gençlik iklim hareketi eylemlerine devam ediyor, gelişmiş ülkelerin bazıları (yetersiz) eylemlere yöneliyor ve sonuç olarak tüm siyasi partiler sorunu en azından kabul etmek zorunda kalıyor. Ancak gerekli küresel yanıt asla gelmiyor, yavaş ve yetersiz adımlar atarak sonsuz bir acı çekmeye devam ediyoruz.

Popüler iklim değişikliği kitabı The Uninhabitable Earth (Yaşanılamaz Dünya)’ün yazarı David Wallace-Wells, bu olasılığı geçen yıl Avustralya’daki yangınlar sırasında The New York Magazine’deki yazısında ele aldı. Yüz milyonlarca dönümü yakıp kül eden ve bir milyardan fazla hayvan öldüren yangınların bir uyarı olacağını düşünebiliriz. Ancak Wallace-Wells, “tam iki aydır hayal bile edilemeyecek korkunç bir felaket yayılıyor ve dünyanın geri kalanı neredeyse hiç aldırış etmiyor” dedi.

Belki de dünyanın dört bir yanından yükselen alarm sinyalleri ile iklim kaosu, yeni normalimiz olacak. Belki gelir eşitsizliği, siyasal bozulmalar ve ardışık ölümcül virüs dalgaları yeni normalimiz olacak. Ve belki de bütün bunlara alışacağız.

İnsanlar genellikle kaybettiklerimizi hatırlamıyor veya kaybettiklerinin eski haline getirilmesini talep etmiyor. Aksine, şu anda sahip olduklarımıza uyum sağlıyoruz.

Sosyoloji ve psikolojide geliştirilen kavramlar neden uyum sağladığımızı ve neden bu uyumun hızlanarak iç içe geçen krizlerin çağında tehlikeli olduğunu anlamamıza yardımcı olabilir. İklim değişikliği ile mücadele, salgın hastalıklar ya da bir dizi modern küresel sorunla mücadele etmek sadece yaşamımız boyunca değil, nesiller boyunca nelerin kaybedildiğine dikkat çekmek anlamına geliyor.

Referans Noktalarının Değişmesi Bir tür Kuşaklar Arası Hafıza Kaybı

 1995 yılında balık bilimci Daniel Pauly, Trends in Ecology & Evolution dergisinde “Anekdotlar ve balıkçılıkta değişen referans noktaları sendromu” başlıklı tek sayfalık bir makale yayımladı. Yazı özgün deneyler, sayılar veya denklemler içermese de konu üzerine en çok alıntı yapılan ve tartışılan yazı oldu.

Scripps Oşinografi Enstitüsü’nden Profesör Jeremy Jackson ve New York Üniversitesi’nden çevre çalışmaları profesörü Jennifer Jacquet, “Pauly’nin aklında bilim öncesi anekdotlardan bilimsel verilere geçiş hakkında bir şey vardı, ancak değişen referans noktaları kavramının diğer bağlamlarda da inanılmaz derecede verimli olduğu kanıtlandı ve bu kavram ekoloji alanında devrimci oldu” dedi. Değişen referans noktaları, daha sonra film yapımcısı Randy Olsen tarafından 2002’de LA Times gazetesinde halka tanıtıldı ve o zamandan beri popüler bir tartışma konusu oldu.

Peki değişen referans noktaları nelerdir? Diyelim ki 100 yıl boyunca bir bölgede nesli tükenene kadar avlanan bir balık tür var. Belirli bir nesil balıkçılar, belirli bir bolluk seviyesinin bilincinde. Bu balıkçılar emekli olduğunda, bolluk seviyesi daha düşük oluyor. Onlardan sonra gelen kuşağa göre azalan seviye yeni normal, yani yeni referans noktası. Yeni nesil, önceki neslin normallik seviyesini nadiren biliyor ve önceki normal, kendi deneyiminden daha az ilgisini çekiyor.

Böylece her yeni nesil referans noktasını aşağıya çekiyor. Sonuç olarak balıkçılar köklerinden bozulmuş bir ekosistemde çalışıyorlar, ancak kendileri bunu görmüyor. Çünkü kendi referans noktaları zaten düşük bir düzeye ayarlanmıştı.

Zamanla, balık soyu tükenir (ki bu muazzam acı bir kayıp) ancak hiçbir balıkçı tam olarak bolluktan ıssızlığa geçiş yaşamıyor. Hiçbir nesil kaybın bütünlüğünü deneyimlemiyor. Kayıplar zamanla parçalar halinde yaşanıyor ve hiçbir parça önleyici eylemi teşvik edecek kadar büyük değil. Balıkların soyu tükendiğinde balıkçılar bunu zar zor fark ediyorlar çünkü artık o balığa değer vermiyorlar.

Pauly, referans noktalarını değiştirmek için yaptığı TED konuşmasında “Çok bol olan bir hayvan, önce nadir hale geliyor sonra tükeniyor” dedi. “Yani bol hayvan kaybetmiyorsunuz. Her zaman nadir hayvanları kaybedersiniz. Bu nedenle kayıplar büyük bir zarar olarak algılanmıyor.”

Aynı olaya bazen “nesiller arası hafıza kaybı” yani her neslin daha önce gelenleri göz ardı etme ve kendi doğa deneyimini normal olarak karşılaştırma eğilimi de deniyor.

Imperial College London’dan araştırmacılar, 2009 yılında “avcıların Gabon’daki iki köyde avlarının tür popülasyonlarındaki değişim algılarından, İngiltere’nin kırsal bir köyündeki 50 katılımcının kuş popülasyonu trendlerini algılamasına” bir dizi vaka çalışmasını inceledi. “Genç nesillerin geçmiş biyolojik koşulların farkında olmayışından kaynaklı bilgi yok oluşunun gerçekleştiği yerlerde” nesiller arası hafıza kaybı kanıtları buldular.

İklim değişikliği üzerinden aynı şeyi daha büyük ölçekte görmek kolay. Çok az insan kaç sıcak yaz gününün ebeveynlerinin veya büyükanne ve büyükbabalarının nesli için normal olduğunu biliyor? Son araştırmalar “aşırı sıcak yazların” 50 yıl öncesine göre 200 kat daha fazla olduğunu gösteriyor. Bunu biliyor muydunuz? Ya da hissediyor musunuz?

Sadece kuşaktan kuşağa da unutmuyoruz. The Imperial College araştırmacıları aynı zamanda başka bir değişen referans noktaları sendromunun varlığını da gösterdi: “Bireylerin kendi deneyimlerini unutmasıyla bilginin kaybolduğu” kişisel hafıza kaybı.

Bireyler de Nesiller gibi Ekolojik Kaybı Unutuyor

Görülene göre, bireyler yaşamları boyunca nesillerin yaptığını yapıyorlar ve periyodik olarak eski referans noktalarını sıfırlayıp ve yeni temel çizgilerine adapte oluyorlar.

Carnegie Mellon’dan ekonomi ve psikoloji profesörü George Loewenstein, “Zaman içinde sürekli değişen koşullara, yavaş yavaş kötüleşiyor olsalar bile, uyum sağlama eğiliminde olduğumuzu gösteren birçok araştırma var” dedi ve Londra’daki Blitz’i (II.Dünya Savaşı sırasında bombaların aylarca Londra’ya düşüşü) ve İntifada’yı (Filistin’in İsrail terörüne karşı ayaklanması) örnek gösterdi.

“Risk sabit kaldığında korku zamanla azalmaya meyillidir. Riske sadece bir süre yanıt verebilirsiniz. Durum ne kadar kötü olursa olsun korku bir süre sonra arka plana çekiliyor.”

Loewenstein, büyük olayların ya da “öğretici anların” bizi ani bir şokla büyük değişiklikler yapmaya yönlendirebileceğini ancak bu etkinin “sadece geçici bir an” olacağını söyledi ve ekledi: “Korku ortadan kalktığında önlem alma isteği de ortadan kalktı.”

Önemli kişisel anların etkisi bile çabucak kayboluyor. Harvard’dan psikolog Daniel Gilbert tarafından ünlendirilen modern psikolojideki en önemli bulgulardan biri, inanılmaz derecede sağlam bir “psikolojik bağışıklık sistemine” sahip olduğumuz.

İyi ya da kötü büyük olayların mutluluğumuz üzerindeki etkisini önemli ölçüde abartma eğilimindeyiz. Bir aile üyesinin ölümünün bizi kalıcı olarak daha mutsuz edeceğini veya piyangoyu kazanmanın bizi kalıcı olarak daha mutlu edeceğini düşünüyoruz. Psikologlar ise aslında hızla kişisel mutluluk dengemize geri döndüğümüzü buldu. Bir bacağını kaybeden bir asker veya eve güvenli bir şekilde dönen bir asker, genellikle bir veya iki yıl sonra, hemen hemen bu olaylardan önce oldukları kadar mutlu oluyor. Buna “hedonik uyum” deniyor.

Duygusal olarak uyum gösterdiğimiz gibi bilişsel olarak da uyum gösteriyoruz. Daha önce ne olduğunu unutuyoruz; olanları düşünmüyoruz. Sadece son deneyimlerimiz, normallik anlayışımız olan referans noktalarını tanımlama konusunda öne çıkıyor.

Unutmaya ya da sıfırlamaya direnmek, bunun farkında olanlar için bile neredeyse imkansız. 2013 yılında yazar JB MacKinnon, nesillerin tükenmesi sorunu ve Amerikalıların zar zor farkında olduğu doğanın yok oluşu hakkında “The Once and Future World” adlı bir kitap yayımladı.

MacKinnon, “Doğal dünyadan kaybolan şeyler hakkında birkaç yıl boyunca kitap yazmış olmama rağmen bunları kafamda tutamıyorum. Zihnimi yenilemek için geri dönüp tekrar tekrar okumam gerekiyor. Bu sayede doğal dünyaya gittiğimde, ‘burada eksik olan şeyler var’ diye düşünüyorum. Yoksa sadece ‘Ne güzel bir gün’ diyeceğim” dedi ve sordu: “Demek istediğim, 10 yıl önceki kahve fiyatını kim hatırlıyor?

İnsanlar Dünyayı Son Deneyimlerinin Merceğinden Görüyor

UC-Davis çevre ekonomisti Frances Moore, hava koşullarında kısa süreli dikkat çekme olgusunu test etmenin akıllıca bir yolunu düşündü.

Olağandışı sıcaklıklar, bireyler tarafından olağandışı olarak deneyimlenmeden önce kaç kez tekrarlanmalı? Olağandışı sıcaklıklar ne kadar süre sonra göze çarpmaz? Moore ve meslektaşları bunu öğrenmek için Twitter’a baktılar. Geçen yıl yayınladıkları bir çalışmada sıra dışı sıcak veya soğuk hava olaylarını, hava durumu hakkındaki sohbetlerle ilişkilendirmek için Twitter’ın büyük ABD veri tabanını analiz ettiler. Bu şekilde sıcaklık anormalliklerinin “dikkat çekiciliğini” takip etmeye çalıştılar.

Moore, “Çılgınca bir şey olur ve sonra aynı şey gelecek yıl da olur. İnsanlar ‘bu iki çılgın şeyi’ fark edebilirler. Sonra tekrar olmaya başlayınca insanlar ‘sanırım bu artık pek dikkate değer değil’ diye düşünüyor” dedi. Böylece hava durumu hakkında tweet’ler de azalıyor.

Bu etki ne kadar hızlı hayatımıza yerleşiyor? Çalışmaya göre, normal şartlar için referans noktası, iki ila sekiz yıl önceki hava durumlarına dayanıyor.

Moore, “Normalleştirme ya da referansa bağımlılık güçlü bir olgu. Rasyonel davranış değil” dedi.

Çalışmanın iklim değişikliği açısından şu anlama geliyor: “Halk tarafından fark edilen ısınma, normallik seviyesinin hızla değişmesi nedeniyle, 21. yüzyılda açıkça ayırt edilemeyecek.”

Bunu sindirmeye çalışın. Atmosfer sıcaklıkları, insan zaman ölçeğinde değil de jeolojik bir zaman ölçeğinde, hızla değişiyor. Yine de algısal veya duygusal olarak belirgin olmayacak kadar yavaş değişiyorlar. Daha açık söylemek gerekirse: Halk, bu ısınmayı asla fark edemeyebilir.

Tek bir ülkede sosyal medyaya dayalı araştırma yapmanın bariz kısıtlamaları var. Moore, diğer yerlerdeki hava koşulları veya göze çarpma süresi olabileceği konusunda tahminlerde bulunuyor.

Halkın fırtınaların artan yoğunluğunu veya sel sıklığını veya mahsul arızalarının düzenliliğini asla fark etmemesi olası olabilir. Ancak bu fenomen hızla değişebilir, nadiren iki ila sekiz yıl önceki koşullardan dramatik olarak farklı olacak kadar hızlı değişir.

İnsanların duygusal ve bilişsel olarak dikkatini çeken deneyimler, ekolojik sistemlerde uzun vadeli değişiklikler yapmak için çok yetersiz. Güney Florida’da düzenli su baskınları önceki nesiller için akıl almaz bir şeyken şu an normal hale geldi. Şu anda bize akıl almaz gelen bir şey, örneğin tehlikeli sıcaklıklar nedeniyle yılın birkaç haftası Güneybatı ABD’nin büyük kıyılarında evde kalma kararları, bu zamanlar geldiğinde bize o kadar da korkunç gelmeyecek.

Ayak uyduruyoruz ve bunun önüne geçemiyoruz. Ekolojik değişimin sıradan Amerikalıların bilincine girmesini beklersek, sonsuza kadar bekleyebiliriz.

Değişen Referans Noktaları Diğer Sosyal Problemler İçin de Geçerli

Referans noktalarını değiştirmeyi düşündüğünüzde, bunların sadece ekolojide değil, her yerde olduğunu görmeye başlarsınız.

Trump, yılların başkanlık davranış normlarını şaşırtıcı bir hızda pervasızca bozup attı. Ancak basının ve halkın Trump’tan önceki temellere dayanan kayıtları değerlendirmesi inanılmaz derecede zor oldu. Bu yüzden insanlar “Ya Obama bunu yapsaydı? Neden ahlaki ve politik temellerimizi bu kadar çabuk değiştirdik” diye sormaya başladı.

ABD benzer şekilde üniversite mezunlarının yüksek borç, pahalı konut ve ağır iş beklentilerinin korkunç dünyasına girecekleri gerçeğini normalleştirmekle meşgul. Savaş sonrası aile destekli güvenilir bir iş ve emeklilik ile orta sınıf bir yaşam beklentisi de tarihe karışmış olabilir.

Değişen referans noktaları, sendikaların sürekli erozyonu, polisin askerleşmesi ve ABD siyasetine karanlık para akışında da açıkça görüyor. Birazdan tartışacağımız gibi, değişim COVID-19 ile olan deneyimimizde bile görülebilir.

Bugün yaşayan Amerikalıların nesli için Trump, politik çıkmazlar ve hızla ısınan bir gezegen normal oldu. Bu durumda insanlar daha iyi bir şey beklemek ve talep etmek için nasıl ikna olabilirler?

Değişen Referans Noktaları ve Kişisel Hafıza Kaybı ile Nasıl Mücadele Edilir?

İnsanların hızla uyum sağlama eğilimi, gelişmiş bilişsel ve duygusal sistemimizin bir parçası. Ancak geçmişi önemseme ve hatırlama yeteneğimiz de kültür tarafından şekillendiriliyor.

Yerli Hawai kültürüne bakan JB MacKinnon, “Toplumlarında, İngilizce’de adı bile verilmemiş türlerle sosyal ilişki kurması için görevlendirilmiş bireyler vardı” dedi. Kuzey Amerika’nın yerli kültürleri, kaybedilenleri ortaya çıkarmaya yardımcı olabilecek muazzam miktarda birikmiş bilgi taşıyor.

Bu tür bir tarihsel bilinç, yani iyi bir ata olmanın getirdiği yükümlülüklerin farkındalığı azaldı. Modern tüketici kapitalizmi de bu geçmişi silip, herkesi bir sonraki maddi arzuyu tatmin etmenin tek görüş olduğu şimdiki zamana kilitlemek için tasarlanmış olabilir.

Gazeteciliğin ve sanatın lenslerini geriye çekmesi ve daha zengin bir tarihsel perspektif oluşturmaya çalışması çözümlerden biri. Gazeteci John Sutter’in Baseline 2020 projesi, bunu yapmak için iddialı bir girişim. Sutter ve ekibi, dünya çapında iklim değişikliğine karşı savunmasız olan dört bölge seçtiler: Alaska, Utah, Porto Riko ve Marshall Adaları. 2050’ye kadar her beş yılda bir, bu bölgelerde yaşayan insanların karşılaştığı değişiklikleri belgeleyecekler. (Bu çalışma, Michael Apted’in aynı İngiliz grubunu her yedi yılda bir kontrol eden “Up” belgesellerinden örnek alındı.)

Sutter, “Değişim herhangi bir anda görünmez” dedi. Bilim insanlarının genellikle yıllar veya 10 yıllar süren çalışmalar yaptığını, ancak “bu yaklaşımın gazetecilikte olmadığını” belirtti. Uzak bakış açılarını almak, değişen koşulları duygusal olarak daha etkili ve belirgin hale getirmenin bir yolu.

Sanatçı Jonathon Keats da benzer bir bakış açısıyla, Tahoe Gölü’nün 1000 yılını göstermek için özel bir kamera tasarladı. Keats, bu kameraya “bir tür bilişsel protez, kendimizi bu uzak gelecek perspektifinden görebilmemizi sağlayan bir mekanizma” dedi. 1996 yılında Stewart Brand tarafından kurulan The Long New Foundation, uzun vadeli düşünmeyi teşvik eden seminerler düzenliyor.

MacKinnon, “Kültür, eğer dikkat edilirlerse, değişen veya daha uzun süren şeylerin bilgisine dayanacak” dedi.

Bu sadece düşüşü belgelemekle ilgili değil. Uzun vadeli zaferler de oldu: Yoksullukta azalma, eğitimli genç kızların sayısında artış, hava kirliliğinde düşüş… Bunlar da biz farkında olmadan art arda ve sıklıkla gelişiyor. Referans noktalarımızı yukarı doğru ayarlıyoruz ve zaman içinde önemli zaferler olabileceğini fark etmiyoruz. Bu zaferleri daha görünür yapmak, düşüşün kaçınılmaz olmadığını göstermeye yardımcı olabilir.

Liderliğin ve Duyarlı Bir Yönetimin Yerini Hiçbir Şey Tutamaz

Referans noktalarını sabit tutmak yalnızca sıradan insanlara düşmüyor. İnsanlar bu konularda, diğer birçok konuda olduğu gibi, işaretleri liderlerinden alıyor. Uzak tarihi incelemek ve anlamak, önceki nesillerin deneyimlerini ve gelecek nesillerin refahını göz önünde bulundurarak, ileri görüşlülükle kararlar vermek liderlerin yapması gereken şeyler.

Referans noktalarının kaymasını engellemenin en güvenilir yolu, halkın değerlerini ve isteklerini siyaset yoluyla hukuka ve uygulamaya dönüştürmek. Referans noktaları, kolektif irade eylemleriyle sabit tutulamazlar; sosyal altyapıya bağlanmaları gerekiyor.

Ne yazık ki, ABD siyaseti konuya neredeyse tamamen tepkisiz hale geldi, bu da kayan temellerimizi iyileştirmek yerine sağlamlaştırıyor. Bir krizi kriz olarak görmenin önemli bir parçası, faillik duygusu. Ancak Amerikalılar giderek artan bir şekilde ulusal politikaları şekillendirme yetkilerinin olmadığını hissediyorlar.

Moore, olumsuz değişiklikler “yapabileceğiniz hiçbir şey olmadığını düşünüyorsanız daha hızlı normalleştirilir” dedi. “Koronavirüs ile olan biten bu olabilir; hükümet hiçbir şey yapmadığı için insanlar kolektif düzeyde fail olduklarını hissetmiyorlar. Bu yüzden tepkileri ‘iyi de benim de hayatımı yaşamam lazım’ demek oluyor.”

Ayrıca, uzun süre endişeli hissetmek yorucu bir durum. Loewenstein, “Adaptasyon ve tükenmişliğin kombinasyonu, virüse cevap verme yeteneğimiz açısından bu noktada kesinlikle ölümcül” dedi.

Ya Amerikalılar kendilerini günde binlerce koronavirüs ölümüne uyarlarsa? Yazar Charlie Warzel’in yakın zamanda bir köşe yazısında belirttiği gibi, insanların silah şiddeti karşısında hissettikleri uyuşukluktan farklı bir şey değil: “Trajediyi hangi ölçekte değerlendireceğimizden hatta belki de değerlendirebileceğimizden emin değilim, buna alışıyoruz.”

Biyoçeşitlilik kaybı, ormansızlaşma ve iklim değişikliği pandemiyi daha yaygın hale getirebilir. Amerikalıların, serbestçe dolaşabildiği zamanları unuttuğunu hayal etmek zor değil. Düzenli enfeksiyon ve ölüm dalgaları olmadığında toplum içinde olmak sürekli düşük seviyeli kaygılar taşımak anlamına gelmiyordu.

MacKinnon, “Eğer zoonotik pandemiler devam ederse, o zaman ‘Zoom’da görüşürüz’ diyeceğiz. Referans noktamız, insanların pandemi kelimesini duymadan hayatlarını sürdürdüğü zamanları hatırlamadığımız noktaya kayabilir” dedi.

Uyum sağlama, başa çıkma, geçmişte kalmama konusundaki olağanüstü kabiliyetimiz evrim tarihimizde çok faydalı oldu. Ancak bunlar, dikkatimizi kaybettiklerimize odaklamamızı zorlaştırıyor ve bu nedenle kayıpları gidermek için çabalamayı da zorlaşıyor.

Daha fazla felakete doğru ilerlerken yavaş yavaş daha sıcak, daha kaotik ve daha tehlikeli bir dünya bizim için normal hale geliyor.

Kaynak: https://www.iklimhaber.org/kuresel-isinmanin-en-korkunc-yani-ve-covid-19/

Küresel Isınmanın Korkunç Yanı ve COVID-19 Read More »

Küresel Isınma İçin Büyük Araştırma Türkiye’den Başlıyor

Tatlı su gölleri alanındaki araştırmalarıyla bilim dünyasında önemli yere sahip Nobel ödüllü bilim insanı Prof. Dr. Jeppesen, TÜBİTAK 2232 Uluslararası Lider Araştırmacılar Programı kapsamında desteklenen projenin yürütücülüğü için Türkiye’yi seçti.

Dünya genelinde ortalama sıcaklıklardaki artış sürerken küresel ısınmanın göllere ve özellikle tuzlanmanın göl ekosistemleri ile canlılara yapacağı etkileri, Nobel ödüllü bilim insanı Prof. Dr. Jeppesen’in ODTÜ ile yürüteceği TÜBİTAK destekli bilimsel araştırmayla ortaya çıkarılacak. Hakemli 600 dergi ile yüksek etki faktörlü dergilerde basılan makaleleri ve bunlara aldığı 52 bin atıf ile tatlı su gölleri alanındaki araştırmalarıyla bilim dünyasında önemli bir yere sahip Danimarkalı bilim insanı Profesör Erik Jeppesen, TÜBİTAK 2232 Uluslararası Lider Araştırmacılar Programı kapsamında desteklenen projesinin yürütücülüğü için Türkiye’yi seçti.

Tatlı su göllerindeki ekolojik araştırmalarıyla tanınan ODTÜ Biyolojik Bilimler Bölümü ve ODTÜ Ekosistem Araştırma Merkezi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Meryem Beklioğlu, Prof. Dr. Erik Jeppesen’in “İklim değişikliği ve tuzlu göller ekolojisinin etkisi” konulu projesinin ev sahibi, ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü’nde Doktor Öğretim Üyesi ekolog Korhan Özkan ile ODTÜ İnşaat Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zuhal Akyürek ortakları olarak çalışacak.

Sonuçlar, dünya çapında çok önemli olacak

Çin, Uruguay, Kore, Yeni Zelanda, Türkiye, ABD, tüm Avrupa dahil Antarktika hariç, tüm kıtalarda 150’den fazla araştırma grubu ile dünya çapında iş birlikleri kuran, ayrıca 20 yıl boyunca, yıllık Grönland seferleri gerçekleştiren Jeppesen, AA muhabirine projeye ilişkin bilgi verdi. “Küresel ısınma, kuraklıktaki alanı ikiye katlayacak ve tatlı su göllerinin çoğunun tuzlu su gölü haline gelmesine sebep olacak. Bu durum, Türkiye dahil olmak üzere yarı-kurak iklim kuşaklarında dünyanın önde gelen sorunlarından biri.” açıklamasını yapan Jeppesen, bu nedenle sistem değişiminin nasıl olduğunu anlamanın, dünya çapında çok önemli bir bilgi olacağını vurguladı.

Kuzeybatı Çin’de yaptıkları yeni çalışmaların ise artan tuzluluk oranına sahip göllerin biyolojik çeşitliliğinde, besin zinciri uzunluğunda ciddi azalmalar olduğunu gösterdiğini aktaran Jeppesen, bu durumun göl ekosisteminin işleyişinde bir kayıp olduğunu gösterdiğini belirtti.

Tuzlu göllerin yapılarını ve fonksiyonlarını ortaya çıkaran bilimsel araştırmanın dünya genelinde sınırlı sayıda olduğunu aktaran Jeppesen, “Tuzlu su göllerinin oranının yakın gelecekte önemli ölçüde artması beklendiğinden bu, talihsiz bir durumdur.” dedi.

TÜBİTAK desteğiyle başlatılan projelerinde ise küresel ısınmanın farklı tuzlu göl ekosistemlerinin yapısında meydana getirdiği değişimleri ortaya çıkarmak için çeşitli deneyler ve araştırmalar yapacaklarını anlatan Jeppesen, üç yıllık proje süresi boyunca ODTÜ’nün, iklim değişikliği perspektifinde tuzlu göllerin ekolojisi üzerinde uluslararası lider rolünü üstlenmesini beklediklerini ifade etti.

“Değişimler dramatik düzeyde”

Meryem Beklioğlu da iklim değişikliği nedeniyle küresel sıcaklık ve yağış modellerinin değiştiğini ve yarı kurak ve Akdeniz iklim bölgelerindeki değişimin, özellikle dramatik düzeyde olduğunun ve daha da ağırlaşacağının tahmin edildiğini anlattı. 21. yüzyılın sonu itibarıyla yağışlarda yüzde 25-30 seviyesinde düşüş, buna paralel olarak da Akdeniz Bölgesi’ndeki buharlaşmada artış beklendiğine dikkati çeken Beklioğlu, “Dahası, 2100 yılına kadar dünya genelinde kurak arazi miktarının iki katına çıkması bekleniyor. Bu durum, tatlı su ekosistemlerinin tuzlanması anlamına geliyor. Tuzluluk oranında ortaya çıkan artış, göllerin işleyişi ve biyolojik çeşitliliği için büyük bir tehdit oluşturuyor.” diye konuştu.

Tuzluluğu araştıracaklar

Proje kapsamında hem ODTÜ Mersin Deniz Bilimleri Kampüsü hem de Ankara Kampüsü’nde kontrollü deney sistemlerin kurulacağını anlatan Beklioğlu, böylece tuzlanmanın ekosisteme etkisinin ortaya çıkarılacağını söyledi. Proje kapsamında benzer tuzluluk değişimine sahip Kazakistan ve Rusya’daki göllerde de ortak araştırmalar yapılmasının planlandığını aktaran Beklioğlu, ortaya çıkacak küresel sentezin, uluslararası bir çalıştayda paylaşılacağını bildirdi.

Tatlı su gölleri alanındaki araştırmalarıyla bilim dünyasında önemli yere sahip Nobel ödüllü bilim insanı Prof. Dr. Erik Jeppesen, TÜBİTAK 2232 Uluslararası Lider Araştırmacılar Programı kapsamında desteklenen projenin yürütücülüğü için Türkiye’yi seçti
– Küresel ısınma nedeniyle göllerde artan tuz yoğunluğunun göl ekosistemleri ile canlılara etkileri, Jeppesen’in ODTÜ ile yürüteceği TÜBİTAK destekli bilimsel araştırmayla ortaya çıkarılacak
– Prof. Dr. Erik Jeppesen:
– “Küresel ısınma, dünya yüzeyindeki kuraklıktaki alanı ikiye katlayacak ve tatlı su göllerinin çoğunun tuzlu su gölü haline gelmesine sebep olacak. Bu durum, Türkiye dahil olmak üzere yarı-kurak iklim kuşaklarında dünyanın önde gelen sorunlarından biri”
– “Bu nedenle sistem değişiminin nasıl olduğunu anlamak, dünya çapında çok önemli bir bilgi olacak”

Kaynak:  https://www.hurriyet.com.tr/seyahat/kuresel-isinma-icin-buyuk-arastirma-turkiyeden-basliyor-41565932

Küresel Isınma İçin Büyük Araştırma Türkiye’den Başlıyor Read More »

Türkiye Hortum ve Aşırı Sıcaklıklardan Etkilenecek

Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Klimatolog ve Meteorolog Prof. Dr. Murat Türkeş, “Türkiye gelecekte, hem sıcak hava dalgaları ve kuraklıklardan hem de şiddetli ve aşırı yağış olayları ile gök gürültülü fırtınalar, hortum gibi olaylarından günümüze oranla daha fazla etkilenebilecektir.” dedi.

Prof. Dr. Türkeş, “Türkiye gelecekte, hem sıcak hava dalgaları ve kuraklıklardan hem de şiddetli ve aşırı yağış olayları ile gök gürültülü fırtınalar, hortum gibi olayları ve bunların çeşitli afet boyutlarındaki sonuçlarından günümüze oranla daha fazla etkilenebilecektir.” dedi.

İklim değişikliği ile küresel ısınmanın Türkiye’ye ve dünyaya etkilerini AA muhabirine değerlendiren Prof. Dr. Türkeş, iklimin çeşitli alan ve zaman ölçeklerinde etkili olan, binlerce, on binlerce hatta yüz binlerce yıllık döngüleri bulunan kendi değişkenliği ve salınımları olduğunu söyledi.

Günümüzde sözü edilen iklim değişikliğinin ise doğal iklimsel değişikliğe ve değişkenliğe ek olarak, giderek etkileri ve olumsuz sonuçları hemen tüm ekolojik, fiziksel coğrafi ve sosyoekonomik sistemlerde daha kuvvetli hissedilen ya da gözlenen insan kaynaklı iklim değişikliği olduğunu aktaran Prof. Dr. Türkeş, şu bilgileri aktardı:

“İnsan kaynaklı iklim değişikliği, fosil yakıtların yakılması, sanayi süreçleri, arazi kullanımı değişiklikleri ve ormansızlaşma gibi çeşitli insan etkinlikleri yüzünden, önemli sera gazlarının atmosferdeki birikimlerinin sanayi devriminden beri hızla artırarak doğal sera etkisinin kuvvetlenmesine neden olur. Kuvvetlenen sera etkisinin en önemli ve açık etkisi, yerkürenin enerji dengesini üzerinde ek bir pozitif ışınımsal zorlama oluşturarak, yerküre iklimini ısıtmasıdır. Yeryüzünün ve alt atmosferin ısınmasının önemli sonuçlarından biri, buharlaşma ve terlemenin (evapotranspirasyon) artmasıdır. Hava sıcaklığı arttıkça o hava kütlesinin nem kapasitesi, nem içeriği artar.

Bu ise hidrolojik döngünün kuvvetlenmesine ya da hızlanmasına, bu da gök gürültülü fırtınaların, süper hücre sistemlerinin, süper hücreler ise son 10 yıllık dönemde Türkiye’de de çok açıkça görüldüğü gibi kara ve deniz üzerinde daha fazla hortum olaylarının, gök gürültülü sağanak ve dolu fırtınalarının oluşmasına neden olmaktadır.”

Türkeş, son günlerde Türkiye’de gözlenen şiddetli hava olayları, taşkın ve selleri yanlış arazi kullanımı, yanlış yerleşme yer seçimleri, doğanın bozulması, özellikle ormanların ve çalılıkların yok edilmesi, doğal topografyanın ve doğal akarsu ve sel akışlarının olabileceği doğal akış kanalların ortadan kaldırılması, beton ve asfalt yüzeylerin kentsel alanlarda egemen olması gibi doğrudan ve dolaylı insan etkilerinin de şiddetlendirdiğini unutmamak gerektiğini vurguladı.

“Yıllık sıcak hava dalga sayıları 21. yüzyılın sonunda dramatik şekilde artacak”

Gözlenen değişme ve eğilimlere ek olarak, iklim model benzeşimleri, genel olarak yüzey ve alt troposfer hava sıcaklıklarında öngörülen artış eğilimi, artan termal enerji ve hızlanan ya da kuvvetlenen hidrolojik döngü ile bağlantılı olarak, 21. yüzyılda Türkiye ile birlikte dünyanın birçok bölgesinde aşırı hava ve iklim olaylarının sıklık ya da şiddetinde artışlar olabileceğini gösterdiğini anlatan Türkeş, “Bu kapsamda, Türkiye -günümüzde olduğu gibi alansal ve zamansal olarak farklıklar gözlenecek olmakla birlikte- gelecekte hem sıcak hava dalgaları ve kuraklıklardan hem de şiddetli ve aşırı yağış olayları ile gök gürültülü fırtınalar, hortum gibi olayları ve bunların çeşitli afet boyutlarındaki sonuçlarından günümüze oranla daha fazla etkilenebilecektir.” dedi.

Genel olarak, Türkiye’de ve onu çevreleyen bölgeler için gelecek iklim ve iklim değişkenliğine ilişkin küresel ve bölgesel iklim model benzeştirmelerinin kestirimlerinin, Türkiye’de genel olarak hava sıcaklıklarının ve yıllık sıcak hava dalga sayılarının 21. yüzyılın sonunda dramatik şekilde artacağını gösterdiğini belirten Prof. Dr. Türkeş, şunları kaydetti:

“Bu durum günümüzde sıcak dalgası olarak tanımladığımız koşulların bu yüzyılın sonunda normal (sıradan) koşullara dönüşeceğini göstermektedir. Bu artışta özellikle yaz mevsiminde olmak üzere Doğu Akdeniz üzerindeki bölgesel ölçekli atmosfer dolaşım koşullarının (basınç ve rüzgar sistemlerinin) katkısı önemli olabilecektir. Yılın sıcak döneminde Basra Körfezi üzerinden gelen sıcak hava akımları ve kararlı atmosfer koşulları, Akdeniz’de yükselen deniz suyu sıcaklıkları ile birlikte düşünüldüğünde sıcak hava dalgalarının sayısı ve şiddetindeki artış kaçınılmaz gözükmektedir. İklim modellerinin sonuçları hava sıcaklıklarındaki artışın yanında yağmur ve kar yağışlarının azalması, kuraklık olaylarının sıklığı ve uzunluğunun artacağını gösterir. Doğu Akdeniz’de 21. yüzyılın sonuna doğru özellikle yarı kurak alanlarda azalan yağışlar ve artan sıcaklıkların birleşik etkisine ve frekansı artış gösteren aşırı hava/iklim olaylarına bağlı olarak tarım, turizm ve enerji başta olmak üzere birçok sektör olumsuz etkilenecektir.”

“Gelecekte beklenen aşırı yağışlar, hayvan varlığına ve tarımsal ürünlere zarar verebilir”

Küresel iklim değişikliğinin tarıma nasıl etki edeceğine de değinen Türkeş, dünyanın sahip olduğu gıda varlığının, tarım yapılabilen alandaki ve tarımsal ürün tutarındaki değişikliklerden etkilendiğini söyledi.

İlgili başka etmenlerle birlikte gıda üretimindeki değişikliklerin, gelecekte de gıda fiyatlarını etkileyeceği, yoksul ailelerin ve toplumların yeterli ve nitelikli gıdaya ulaşma olanaklarını kısıtlayacağının beklendiğini aktaran Prof. Dr. Türkeş, sözlerine şöyle devam etti:

“Tarım ve hayvancılık su varlığına ve tüketimine yakından bağımlıdır. Ayrıca hem bugünkü iklim koşullarında hem de gelecekte beklenen kuvvetli ve aşırı yağışlar, seller ve taşkınlar hayvan varlığına, tarımsal ürünlere ve ekosistemlere zarar verebilir hem de arazi bozulumunu artırabilir. Ekimi ya da hasadı geciktirebilir. Sık, uzun ve şiddetli kuraklık olaylarına karşı etkilenebilirlikleri yüksek olan alanlar ise kuraklık dönemlerinde su kıtlığı ile karşılaşmakta, ürünler ve çiftlik hayvanları için daha az suyla yetinmek zorunda kalmaktadır.

Öte yandan, iklim değişikliği koşullarında yüksek hava sıcaklıklarının bir sonucu olarak buharlaşma ve terleme (evapotranspirasyon) arttığında, sulama suyu gereksinimi de artabilecektir. Ancak, başlangıçta yüzey hava sıcaklıklarının artması nedeniyle, atmosferdeki yüksek karbondioksit (CO2) birikimleri ile ilişkili kuvvetlenen CO2 gübrelemesinin bir sonucu olarak, bitkilerin yapabileceği daha etkili su kullanımı bu etkiyi azaltabilir. Ancak artan hava sıcaklıkları ve kuraklıklar, başlangıçta gözlenebilecek olan bu olumlu etkiyi sonraki yıllarda giderebilecek güçtedir. “

“Uzayan büyüme mevsimlerinin su gereksinimi artacak”

Bazı alanlarda ise, uzayan büyüme mevsimlerinin su gereksinimini artırabileceğini belirten Prof. Dr. Türkeş, “Ayrıca, birçok bölgede nüfus artışları süreceği için, ürün rekoltesi yükselse dahi, gıda üretiminde kendine yeterlilik de birçok ülkede olasılıkla azalacaktır. Bu durum, Türkiye gibi gıda üretiminde (tahıllar, baklagiller, bahçe bitkileri, hayvansal gibi) kendine yeterliliğini giderek yitiren, nüfus büyümesi ve kentleşmenin hızla sürdüğü ülkelerde, üzerinde önemle durulması gereken bir sorundur. Sonuç olarak, var olan tarımsal arazi kullanımı koşullarında ürün rekoltesinin artacağını öngören en iyimser senaryolarda bile, dünya üzerindeki birçok bölgede gıda yeterliliğindeki önemli azalmayla baş edebilecek yeterli alt yapı ve olanak yoktur.” dedi.

“Kovid-19 salgınının başlaması ve yayılmasında iklim değişikliğinin rolü olduğunu düşünüyorum”

Küresel ısınmanın salgın hastalıklar üzerindeki etkisine ilişkin de bilgi veren Prof. Dr. Türkeş, bazı bölgelerde, özellikle bugünkü iklim koşullarında zaten genel olarak su sıkıntısı ve kıtlığı yaşayan gelişme yolundaki ve az gelişmiş bölgelerdeki azalan su varlığı ve niteliğinin, ishal hastalıkları, tifo ve kolera salgınları gibi sağlık ve hijyen sorunlarında belirgin bir artışla sonuçlanabileceğini aktardı.

Bu durumun esas olarak sıcaklık ve yağış rejimleri ile değişkenliklerindeki değişiklikler gibi iklimsel değişikliklerle bağlantılı vektör kökenli salgınların (malarya, dang humması ve sarıhumma, lime hastalığı gibi) desenlerindeki değişikliklerle birlikte gıda kullanımını olumsuz yönde etkileyerek, kötü ya da yetersiz beslenme koşullarını şiddetlendirebileceğini belirten Prof. Dr. Türkeş, “Etkilerini küresel olarak şiddetle yaşamakta olduğumuz korona virüs (Kovid-19) pandemi olarak ilan edildikten sonra Kovid-19, çevresel bozulma (hava, su ve toprak kirliliği, ekosistemlerin ve biyoçeşitliliğin zayıflaması, ormanların yok edilmesi, tarım alanlarının amaç dışı kullanımı, her türlü arazi bozulumu, çölleşme gibi), iklim değişikliği ile savaşım (sera gazı salımlarının 2030 yılına kadar çok ciddi düzeyde, örneğin 2015’e oranla en az yüzde 50 ve daha fazla azaltılması gibi) ve iklim değişikliğinin bu pandemik olayın alansal yayılış ve şiddeti arasındaki rolü arasındaki bağlantılar hem sosyoekonomi hem de doğa bilimleri bağlamında tartışılmaya başlandı. Kuşkusuz bu tartışma Kovid-19’dan çıkarılması gereken en önemli derslerden biri olan devletin ya da kamunun, başta üretim ve sağlık gelmek üzere önemli sektörlerden çekilmesinin sakıncalarını hem de bilimin önemini içerecektir.” şeklinde konuştu.

Kovid-19 salgınının başlaması ve yayılmasında, insanın doğaya müdahalesinin, küresel, bölgesel ve ülkesel ölçeklerde, hava, su ve toprağın kirlenmesinin, ormanların ve diğer ekosistemlerin azalmasının ve yok edilmesinin, yaşam ortamlarının (habitatlar) ve yaşam birliklerinin azalmasının ve yok edilmesinin, biyoçeşitliliğin azalması ve çok sayıda türün yok olmasının, sınırlar ötesi hava kirliliği ve iklim değişikliğinin önemli ve inkar edilemez bir rolü olduğunu düşündüğünü dile getiren Prof. Dr. Türkeş, sözlerini, “Bu düşüncemin ya da öngörümün temelinde yeteri kadar bilimsel çalışma, kanıt ve gözlem bulunmaktadır. Gerçekte iklim değişikliği durumu daha da karmaşıklaştırmaktadır.” diye tamamladı.

Kaynak: https://www.hurriyet.com.tr/teknoloji/turkiye-gelecek-yillarda-hortum-ve-asiri-sicakliklardan-etkilenecek-41552804

Türkiye Hortum ve Aşırı Sıcaklıklardan Etkilenecek Read More »

Küresel İklim Değişikliği: Su ve Sağlık Üzerine Etkileri

Günümüzde medyada yer alan meteorolojik yorumlarda “küresel ısınma yerine küresel soğuma mı başladı?” sorusunu duyuyoruz. Aslında dünden bugüne bizlere kalan miras “küresel iklim değişikliği”dir. Güneş’ten Dünya’ya gelen enerji ile Dünya’dan geri giden enerjinin eşitliğini atmosfer sağlamaktadır. Atmosferin yapısını oluşturan gazların oransal değişimi eşitliği bozacaktır. Bunun sonucunda küresel ölçekte sıcaklık artabilir veya azalabilir. Son 130 yıldır Dünya’nın sıcaklığı 0, 85OC artmıştır. Aralık 2015 Paris’te 200’e yakın ülke küresel sıcaklık artışının yüzyılın sonuna kadar 2 derecenin altında tutulması konusunda anlaşmışlardır. Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius  “Kapsamlı ve dengeli bir anlaşma oldu. Anlaşma yaşamsal önemdeki, sıcaklık artışının iki derecenin altında olmasını ve bir-buçuk dereceyle sınırlandırılması için de çaba harcanması hedefini teyit ediyor” demiştir.

2030-2050 arasında iklim değişikliğine bağlı her yıl 250 000 ölüm eklenmesi beklenmektedir. Tek başına bu veri bile iklim değişikliğinin insan sağlığı üzerine etkisini ortaya koymak için yeterlidir. Sağlık otoriteleri ülkeler, bölgeler, şehirler gibi alansal karşılaştırmalarda temel sağlık ölçütü olarak “bebek ölüm hızı, anne ölüm hızı” değerlerini dikkate almaktadırlar. O zaman iklim değişikliği nedeniyle her yıl (+) 250 000 ölümün yaş dağılımı, cinsiyet dağılımı ve hassas/incinebilir gruplar açısından dağılımı önem kazanmaktadır. Artık sokakta yaşayan/evsiz/uygun olmayan barınma koşullarında/yalnız/sosyal destekten mahrum yaşayan bebek, çocuk, yaşlı, gebe, kadın, fonksiyon kaybı ve yeti yitimi olan grupları tanımlamalı ve sayılarını bilmeliyiz. Neden? Çünkü, atmosferin yapısını oluşturan gazların oransal değişimi ile küresel ölçekte oluşabilecek sıcaklık artışı veya azalışı en çok bu grupları etkileyecektir. Ve bu nedenle yerel yönetimler kışın yakacak, yemek, temel temizlik ve insani gereksinim malzemelerini vatandaşları için temin ederken, yazın da (ve hatta bazen kışın tam ortasında) soğutma ekipmanları, buzdolabı/buzluk, içme ve kullanma suyu, mevsime uygun temel ve insani gereksinime yönelik malzemeleri temin etmeleri gerekecektir.

İklim değişikliği sağlık üzerine doğrudan ya da dolaylı olarak etki edebilmektedir. Doğrudan etkileri sıcak ve soğuk hava dalgaları ve aşırı hava olaylarının neden sağlık sorunlarıdır. Dolaylı etkileri ise vektör, su, yiyecek ve hayvan yoluyla bulaşan hastalıkların sıklığında,  görüldüğü yerlerin değişimi ve dağılımlarında ve tekrar etme durumlarında yaşanan değişimlerdir. İklim değişikliğinin çevresel sonuçları, sıcaklık artışı, bazı yerlerde aşırı yağış, bazı yerlerde kuraklık, aşırı hava olayları ve artan deniz seviyelerini içermektedir. İklim değişikliğinin düşük gelirli ülkelerdeki insanların sağlığını daha fazla etkileyeceği beklenmektedir.

İklim değişikliğinin insan sağlığına etkilerini azaltabilmek için bireysel/kurumsal/toplumsal olarak kullanılan mekanik/biyolojik/kimyasal/kültürel klasik mücadele yöntemlerinin hızla değiştirilmesi gerekmektedir. Örneğin biyosidaller açısından değişen çevre koşulları, sıcaklık değişimleri, yükseklik-rakım farklılıkları, aydınlık-karanlık, güneşin ultraviyole radyasyon düzeyleri, elektromanyetik alanlar, kimyasal dağılımlar, partiküler maddelerde artış-içerik farklılıklarına dayanıklı vektörlerin çoğalması, dayanıklı vektörlere etkisi değişen pestisitler, pestisitlerin değişen çevresel koşullarla pozitif ve/veya negatif korelasyon gösteren etkileri gözlenmektedir.

 Dünya Sağlık Örgütü, Amerika Birleşik Devletleri Çevre Koruma Ajansı ve Sağlık Bakanlığı’nın belgelerinde göze çarpan en önemli nokta “yerel erken uyarı sistemlerinin” geliştirilmesidir. Bu konuda başlıca sorumluluk karar vericilere yön gösterici bilgi ve belgeleri sağlayacak halk sağlık alanında araştırma yapanlara ve saha araştırmacılarına verilmiştir. Özellikle halk sağlığı uzmanlarının iklim değişikliği ile mücadelede halkın “iklim değişikliği ve sağlık etkileri okuryazarlık düzeyi”ni arttırmaya yönelik herhangi bir çalışması yoksa çok geç kalmış durumdayız demektir.

 Ne mutlu ki Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı olarak bizler, Aydın’da gerçekleştirdiğimiz iklim değişikliğinde erken uyarı sistemi oluşturulması için toplum temelli Aydın Modeli çalışması ile, halkın güncel iletişim araçları kullanılarak sürekli, mevsimsel olarak bilgilendirilmesi sonucunda farkındalık ve tutum-davranışlarının istatistiksel olarak ne kadar anlamlı artış gösterdiğini görmüş olduk. İlgilenenler için halen hizmet sunan http://www.aydinerkenuyari.com’u ziyaret edebilirsiniz. Detaylı bilgi için tezini birlikte yürüttüğümüz Uzm.Dr.Burcu Diliuz Doğan ile temasa geçebilirsiniz.

Kaynak: http://www.profedidemevcikiraz.com/posts/k%C3%BCresel_iklim_de%C4%9Fi%C5%9Fikli%C4%9Fi__su_ve_sa%C4%9Fl%C4%B1k_%C3%BCzerine_etkileri

Küresel İklim Değişikliği: Su ve Sağlık Üzerine Etkileri Read More »